Dolar 38,4149
Euro 43,7601
Altın 4.095,06
BİST 9.432,55
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Tekirdağ 16°C
Az Bulutlu
Tekirdağ
16°C
Az Bulutlu
Paz 16°C
Pts 14°C
Sal 17°C
Çar 18°C

“10 Yılda Bir Darbe” Reçetesine Dönüş mü?

19 Mart 2025 13:57 | Son Güncellenme: 19 Mart 2025 15:19
454

Türkiye Cumhuriyeti, tarih sahnesine çıktığı günden bu yana demokrasiyi aradı. Vesayet sözcüğü demokrasiyi istismar edenler tarafından çok kullanışlı olsa da, asıl vesayetçi kliğin kim olduğu emperyalizm kavramıyla bir arada düşünüldüğünde çok açıktı. Ülkenin siyasal gelişimi, halkın iradesine karşı bürokratik ve askeri güçlerin belirleyici olduğu bir süreç olarak ilerledi. Türkiye’de 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül marifetiyle “10 yılda bir darbe” reçetesi ülkeye reva görülmüştü ki, 28 Şubat ve 15 Temmuz ile birlikte bu sürenin 20 yıl sınırına uzatılması demokrasi adına bir kazanım sayılır oldu. Bugün gelinen nokta 10 yıllık süreçleri de aratan bir hal mi aldı? Türkiye’de bugün herkes aynı soruyu soruyor.

Sol bir perspektiften bakıldığında, darbeler yalnızca hükümet değişiklikleri değil, aynı zamanda sermaye sınıfları, emperyalizm ve baskıcı devlet mekanizmasının birer aracı olarak işlev gördü. Türkiye’de gerçekleşen askeri müdahaleler, her seferinde bir sınıfsal mücadeleyi de dibe çekti.

27 Mayıs 1960: Askeri Darbeden, En Demokratik Anayasa’ya…

Türkiye’nin ilk askeri darbesi olan 27 Mayıs 1960, resmi tarih anlatılarında “ilerici” ve “demokratik” bir müdahale olarak lanse edilse de, gerçekte sınıfsal bir çatışmanın ürünüydü. Demokrat Parti’nin (DP) 1950’de iktidara gelişi, büyük toprak sahipleri ve liberal burjuvazi ile emperyalist sermaye arasındaki çıkar birlikteliğinin bir sonucuydu. DP, neoliberal politikalarla köylüyü ve işçiyi sömürmeye devam ederken, siyasal hakları da tırpanladı. Ancak 1950’lerin sonlarına doğru işçi hareketleri, üniversite gençliği ve aydınlar üzerinde artan baskılar, toplumsal bir tepkiye yol açtı.

Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki “Kemalist” subaylar, DP’nin baskıcı yönetimine karşı bir darbe gerçekleştirdi. Yeni anayasa, görece demokratik unsurlar içerse de, darbenin özü itibarıyla sonraki yıllarda sağcı bir vesayet düzeni inşa ettiği göz ardı edilmemeli. Her şeye rağmen 27 Mayıs, Türkiye’de bugüne dek yürürlüğe girmiş en demokratik Anayasa’nın yapılmasına da vesile oldu.

12 Mart 1971 Muhtırası: Sosyalist Hareketin Bastırılması

1960 darbesinin ardından 1961 Anayasası ile oluşan görece özgürlükçü ortam, sol hareketlerin güçlenmesine olanak sağladı. Ancak bu süreç, kapitalist düzenin işleyişine tehdit oluşturduğu anda sermaye sınıfları ve ordu müdahaleye hazırdı.

1971’de ordunun verdiği muhtıra, solun yükselişine ve işçi hareketlerine karşı bir hamle olarak şekillendi. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve diğer devrimci gençlik liderleri bu süreçte hedef alındı. Aynı zamanda işçi sınıfının örgütlenmesini önlemek için sendikal hareketler baskı altına alındı, sosyalist gazeteler kapatıldı ve ilerici akademisyenler tasfiye edildi.

Bu muhtıra, Türkiye’deki emperyalizmin yerli işbirlikçileriyle olan ilişkisini de gözler önüne serdi. ABD’nin “yeşil kuşak” projesi kapsamında sola karşı örgütlediği sağcı paramiliter güçler, özellikle 1970’lerin ikinci yarısında yoğun bir devlet desteğiyle harekete geçti.

12 Eylül 1980 Darbesi: Emperyalizmin Türkiye’deki En Büyük Zaferi

1970’lerin sonunda Türkiye, siyasi ve ekonomik krizlerle çalkalanıyordu. İşçi sınıfı büyük kazanımlar elde etmiş, sol hareketler sokaklarda, fabrikalarda ve üniversitelerde örgütlenmişti. Ancak tam da bu süreçte, 12 Eylül 1980 darbesi geldi.

ABD destekli bu darbe, sadece bir askeri müdahale değil, aynı zamanda neoliberal dönüşümün de miladıydı. Darbenin lideri Kenan Evren, daha sonrasında açıkça ABD’den onay aldıklarını ifade etti. 12 Eylül’ün hedefinde sol, işçi sınıfı ve demokratik haklar vardı. 650 bin kişi gözaltına alındı, on binlerce kişi işkenceden geçirildi, idamlar gerçekleştirildi. DİSK ve TÖB-DER gibi ilerici sendikalar kapatıldı. Anayasa değişikliği ile işçi sınıfının kazanımları geriye çekildi ve 1980 sonrası Türkiye, sermaye için dikensiz bir gül bahçesine dönüştü.

Bu darbe, sermaye çevreleri için tam anlamıyla bir “sınıf savaşı” anlamına geliyordu. 1980’lerle birlikte Turgut Özal liderliğinde Türkiye, tam anlamıyla bir neoliberalizm laboratuvarına dönüştü. Bu darbenin sonucu olarak sendikalar zayıflatıldı, sosyal haklar budandı ve kamu varlıkları yağmalandı.

28 Şubat 1997: Postmodern Darbe mi, Sermaye İçindeki Çatışma mı?

28 Şubat süreci, ordu içindeki laiklik yanlısı çevrelerin İslamcı hareketin yükselişine karşı verdiği bir tepki olarak değerlendirilse de, gerçekte büyük sermaye ile Anadolu sermayesi arasındaki bir iç çatışmayı da barındırıyordu. Ancak Siyasal İslamcıların da laiklik için bir tehdit oluşturduğu Sivas Katliamı ve benzeri olaylarla tescillenmişti.

Refah Partisi’nin (RP) iktidara gelişi, büyük burjuvazinin ve ordunun rahatsızlığını artırdı. 28 Şubat’ta hedef alınanlar, başta RP olmak üzere muhafazakâr hareketler olsa da, bu sürecin anti-emperyalist veya ilerici bir niteliği olduğu söylenemez. Sonuçta, sermayenin farklı fraksiyonları arasındaki bir güç mücadelesi olarak gelişen 28 Şubat süreci, AKP’nin doğuşuna zemin hazırladı. Yani AKP, 12 Eylül ve 28 Şubat’ın evladı olarak dünyaya geldi.

15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi: Bir Karşı Devrim Girişimi

15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi, diğer askeri müdahalelerden farklı bir karaktere sahipti. Bu girişim, emperyalist projelerle iç içe geçmiş FETÖ yapılanmasının, devlet içindeki eski müttefikleriyle giriştiği bir iktidar kavgasının sonucu olarak değerlendirilebilir.

Bu darbe girişimi, halkın direnişi ve iktidarın gücü sayesinde başarısız olsa da, sonrasında ilan edilen OHAL süreci, tüm muhalif kesimlere yönelik bir tasfiye operasyonuna dönüştü. Darbe karşıtı söylemlerle ilerleyen süreç, aslında 12 Eylül’ün bir başka versiyonu olarak, sermayenin ve devlet aygıtının tam tahakkümüne sahne oldu. Tabii 15 Temmuz’dan bahsederken, devlet içine sıvan Fethullah Gülen Cemaati tarafından yapılan 17-25 Operasyonu’ndan önce çoğu politik metinde “AKP-Cemaat Koalisyonu” tahlilinin yer aldığını söylemeden de olmaz. Zira Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi birçok kumpas davası Fethullahçılar tarafından yürütülürken AKP de bu davaların savcılığına soyunduğunu açık açık ilan ediyordu.

Ekrem İmamoğlu’na Yönelik Müdahale: Yeni Bir Vesayet Hamlesi mi?

Son günlerde Ekrem İmamoğlu’nun siyasi faaliyetleri ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik girişimler, muhalefet tarafından bir “sivil darbe” olarak nitelendiriliyor. Demokrasiye müdahale yalnızca asker postallarıyla değil, hukuki süreçler, bürokratik engeller ve medya manipülasyonlarıyla da gerçekleşebilir. 2024 yerel seçimlerinde İstanbul’u tekrar kazanan İmamoğlu’na yönelik engellemeler, Türkiye’deki darbe süreçlerinin yeni bir versiyonu olarak okunuyor.

Bu müdahaleler, siyasal iktidarın seçim sonuçlarını yok sayarak kendi iktidarını tahkim etme çabasının bir parçasıdır. Türkiye’nin demokratik geleceği için bu tür antidemokratik girişimlere karşı sivil toplumun, muhalefetin ve demokratik güçlerin birlikte hareket etmesi elzemdir.

Yine Yoksul Halkı Vurdu!

Bu gelişmelerin ekonomik sonuçları ise her zaman olduğu gibi halkın omuzlarına yükleniyor. Sabah saatlerinde Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı yönündeki iddialarla birlikte Türk Lirası hızla değer kaybetti. Dövizin dalgalanması esnasındaki iniş ve çıkış seyrindeyse günlerdir bu anı bekleyen para babaları ve sermaye çevreleri ise al-sat yöntemiyle birkaç saat içinde milyonları kazandı. Elbette piyangodan değil, yoksul halkın cebinden!

Geçmişteki tüm darbelerde olduğu gibi, bu süreçte de en büyük kaybı emekçiler yaşayacak. Enflasyon, artan döviz kurları ve yoksulluk, siyasi istikrarsızlıkla birleşerek halkın alım gücünü sıfırlama noktasına getirecek. Türkiye artık sadece yoksullukla değil, açlıkla mücadele eden bir ülkeye dönüşüyor. İktidarın kendi siyasi bekasını koruma uğruna ülke ekonomisini gözden çıkarması, milyonlarca insanı ekmeğe muhtaç hale getirecek. Siyasi müdahaleler her zaman sermaye sınıflarının çıkarlarına hizmet etti; darbelerin de sivil vesayet uygulamalarının da bedelini hep halk ödedi ve ödemeye devam ediyor.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

Trakya Haber

Trakya Politik

Trakya Gazetesi