Sıla derdine düşünce…
Trakya Politik, bu hafta yayın hayatına başladığı günden beri en fazla okunma oranına ulaştı. Üç gün önce yapılan haberde Malkara’daki bir bebeğin uğradığı eziyeti haber olarak kayda geçtik. Haberimiz doğruydu. Kaynaklarımız sağlamdı. Ve meseleyi, hayatını çocuk istismarıyla mücadeleye hayatını adamış insanlar üzerinden doğrulatarak ilerledik.
*
Olayın ülke gündeminde yankı bulmasıyla birlikte cinsel istismar olmadığı, bebeğin komşuda koltuktan düştüğü gibi insan zekâsıyla alay eden bir takım söylemler ortada dolaşmaya başladı. Hatta haber hakkında karartmaya kadar gidecek bir sürecin başlayacağı dillendirilmeye başlanmıştı ki kamuoyu tepkisi üzerine bu hamleden vazgeçildi.
*
Haberimizin arkasında durduk. Bebeğin tedavisi devam ediyor gibi ilginç açıklamalar yapılırken, bebeğin beyin ölümünün gerçekleştiğini, yani esasen fiziksel olarak artık yaşamdan koptuğu gerçeğini biliyorduk. Hatta Sıla bebek yaşamını tamamın yitirdikten sonra da, hayır ölmedi entübe halde uyutuluyor gibi açıklamalar geldi.
*
Türkiye’yi sarsan Narin olayının ardından bu haberin ortaya çıkması kimleri rahatsız etti? Yürek parçalayan Narin olayında bir takım tarikat/siyaset/ticaret üçgeni olduğu gerçeği kuşkusuz birilerini rahatsız etmiş olabilir. Ancak pavyona düşmüş bir anne, onun yeni kocası ve sapkınlığa bulaşmış iki tuhaf oğlanın berbat hallerinin ortaya dökülmesi kimi bu kadar rahatsız eder?
*
Türkiye bu soruların yanıtını bulamadığı sürece sosyal, kültürel, ekonomik alanda asla düze çıkamayacaktır. Her şeyi iyiymiş gibi gösteren, pembe tablolar çizen, adeta bir karabasana dönüşen bu toplumsal yaşantıyı görmezden gelen bir zihniyet bu ülkeyi uçurumun kenarına sürükler. Trakya Politik, işte bu üç maymundan sıyrılmak için yayın hayatına başlamıştı. Öyle de devam edecek.
*
Her türlü çarpıtmanın, perdelemenin, uyutmanın, görmezden gelmenin ve her yeni gün sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi davranarak mevcut durumu sürdürmenin sonuna geldik. Çünkü bugün gelinen süreçte insanların tatlı canlarından başka kaybedecekleri bir şey kalmamıştır. Çünkü toplum içerisinde günden güne yayılan sonsuz umursamazlık hali, öz evlat olan bebeklerin bile işkence gördüğü hallere dönüşüyor.
*
Vicdanların yılda bir kere bir kadın cinayetine tepki verme ile veya bir çocuk tecavüzüne sosyal medyada karşı çıkmayla rahatlayabildiği bir süreçten geçiyoruz. Oysa toplumsal cinnet haline dönüşmüş bu örgütlü kötülüğün sosyolojik nedenleri haber arşivine bakınca çok net biçimde anlaşılıyor:
- Taksim’e çıkmak isteyen kadınlara öldüresiye dayak!
- Bakan, Ensar Vakfı’ndaki cinsel istismar hakkında konuştu: “Bir kereden bir şey olmaz.”
- 8 yaşındaki kız çocuğuna gelinlik giydirip, evlendirmişler!
Yukarıdaki manşetler bir toplumun ne kadar çürüyebileceğinin en somut kanıtıdır. Her gün, her yerde mücadele etmedikçe, kafası Orta Çağ’da kalmış güruhu hayatın her alanında deşifre etmedikçe bu karabasandan kurtulmamız mümkün değildir.
*
Topluma neden “bayan” değil “kadın” dememiz gerektiğini öğretmeye çalışıyoruz on yıllardan beri… Peki, cinsel istismara uğramış bir bebeğe neden “mağdure” denilmemesi gerektiğini öğretebilir miyiz acaba? Esasen bütün sorunların kaynağının yüzyıllardan beri süregelen bu genetik kodlarda olduğunu günün birinde gerçekten anlatabilecek miyiz? Tarih bunu kayda geçecek mi?
*
Gazeteci çağının tanığıdır. Kendini gazeteci olarak gören kişi susmaz. Eyleme ve kayda geçer. Gazeteci cellat hissizliğiyle değil, cerrah titizliğiyle konuyu ele alır. Trakya Politik işte bu çizginin temsilcisi olanların ardılıdır. Bu yüzden haberi gördüğümüz yerde tanıklığını yapmaya ve üzerine bir sis perdesi örtülmesine sonuna kadar karşı çıkmaya devam edeceğiz. Bir daha Sıla derdine düşmemek için!
*
Bir daha Sıla derdine düşmemek için yapılması gereken tek şey gericiliğe, lümpenliğe, faşizme ve çürümeye karşı derin uykusunda uyumakta olan kitleleri uyandırmaktan geçiyor.
Dogmalara karşı bilimi savunmak.
Gericiliğe karşı ilerici olmak.
Hırsızlık düzenine karşı haram lokma yememek.
Lümpenliğe karşı doğru ve düzgün bir insan olmak.
Bu temel değerlerde ortaklaşamayacaksak, nerede ortaklaşacağız?
*
Ve elbette tüm bunların üstünü örten “sıradan faşizme” karşı olmayacaksak, neye karşı olacağız?
Bu ülke şair, ideolog, düşünce adamı falan diye yutturulmaya çalışılan yüreği kararmış, beyni pas tutmuş pusucu insanların değil; aşağıdaki şiiri tarihe not düşme yeteneği gösterenlerin, o şiiri besteleyenlerin ülkesi olduğu zaman tam anlamıyla kurtulmuş olacaktır:
TÜRK-YUNAN ŞİİRİ
sıla derdine düşünce anlarsın
yunanlıyla kardeş olduğunu
bir rum şarkısı duyunca gör
gurbet elde istanbul çocuğunu
türkçenin ferah gönlünce küfretmişiz
olmuşuz kanlı bıçaklı
yine de bir sevgidir içimizde
böyle barış günlerinde saklı
bir soyun kanı olmasın varsın
damarlarımızda akan kan
içimizde şu deli rüzgâr
bir havadan
Bu yağmurla cömert
bu güneşle sıcak
gönlümüzden bahar dolusu kopan
iyilikler kucak kucak
bu sudan bu tattandır ikimizde de günah
bütün içkiler gibi zararı kadar leziz
bir iklimin meyvasından sızdırılmış
bir içkidir kötülüklerimiz
aramızda bir mavi büyü
bir sıcak deniz
kıyılarında birbirinden güzel
iki milletiz
bizimle dirilecek bir gün
Ege’nin altın çağı
yanıp yarının ateşinden
eskinin ocağı
önce bir kahkaha çalınır kulağına
sonra rum şiveli türkçeler
o Boğaz’dan söz eder
sen rakıyı hatırlarsın
Yunanlıyla kardeş olduğunu
Sıla derdine düşünce anlarsın
Bülent Ecevit, Londra, 1947